İngiliz aktör Sir Ian McKellen British Council'ın davetiyle ve İKSV İstanbul Film Festivali'nin onur konuğu olarak İstanbul'daydı. Biz de British Council’le ortaklaşa olarak, ölümünün dört yüzüncü yıldönümü vesilesiyle 2016 yılında yayınlamaya başladığımız "Shapeare Aramızda” başlıklı program dizimizin son bölümü için Sir Ian McKellen’la buluştuk, Shakespeare, sinema ve dönüşüm üzerine konuştuk.
O zaman Shakespeare konuşacağız!
Evet. Ayrıca “Shakespeare Yaşıyor Filmlerde” programını.
Tabii ki.
Siz film elçisiydiniz.
Evet öyle!
Epey yoğun bir sene geçirdiniz bildiğim kadarıyla.
Hindistan, Rusya ve Çin’e gittim, evet. Ve Londra’da bulundum.
Nasıl geçti peki? Tüm bu ülkeler kültürel açıdan çok farklı olduğu için soruyorum bunu.
Haklısınız. Bir ülkenin ulusal kahramanının, yazarının, diğer ülkelere de hitap etmesi çok sık rastlanan bir durum değil. Gerçi böyle pek çok örnek var, yazarlar bunu başarabiliyor ama Shakespeare bu konuda başı çekiyor galiba. Shakespeare’in bilinmediği, çalışılmadığı, sevilmediği bir ülke bulmak epey zor. Bu sanırım, Shakespeare’in insanlığa, insan doğasına dair geliştirdiği anlayışın çekiciliğiyle ilgili; bu aynı zamanda insan doğasının aslında değişmediğini de gösteriyor. Bugün artık pek görmediğimiz krallar ve kraliçeler hakkında yazıyor olsa da halen başkanlar, diktatörler, başbakanlar gibi iktidar sahipleri var ve onun güç ve iktidara dair söyledikleri bugün de geçerliliğini koruyor. Yazılarının siyasi yönü hakkında bu söylenebilir. Fakat insanlar hakkında söyledikleri için de durum aynı;
âşık olmaya dair gözlemleri sanki dört yüzyıl önce değil de daha dün veya bugün yazılmış gibi. Ve yazdıkları tüm dünya için geçerli. Bu aslında bir anlamda da iç rahatlatıcı bir şey; demek ki tek bir yazarın insana, insan hayatının işleyişine dair kavrayışı her birimize hitap edebiliyor.
Bu aynı zamanda kuvvetli bir mesaj: “Hepimiz aynıyız! E peki, neyi tartışıyoruz o zaman?”
Peki, siz bu yeteneği nasıl açıklarsınız? Çalışkan biriydi Shakespeare bildiğimiz kadarıyla...
İnsanın kendisini anlaması için birçok disiplin mevcut; din mesela dünyaya nasıl uyum sağlayacağınla ilgilidir; psikoloji, psikiyatri... aşk, dostluk ve diğer ilişkiler... tüm bu saydıklarım bireyi toplumla ilişkilendirmekle ilgilidir. İşte Shakespeare'in bu konuda muazzam bir yeteneği vardı. Ve benim için en hayranlık verici olansa, insan doğasına dair farkındalığını muhteşem bir dille ifade etmiş olmasıdır. Çok ince bir zeka barındıran, hayal gücüyle dolu bir dili vardır ve sanırım başka dillere çevrildiği zaman bu yönleri çok da iyi anlaşılmaz.
Bir seferinde Çehov oynarken durup, “Çehov gerçekten bunu mu yazmış burada?” diye sormuştum. Çevirmen de “Yani ben de bilmiyorum, çünkü Rusça bilmiyorum,” deyivermişti. Yani, İngilizce konuşulup yazılan, okunan bir yerde doğduğum için çok şanslı hissediyorum ama Dostoyevski’yi ya da Moliere’i ya da diğer disiplinlerden klasikleri de yazıldıkları dilde okuyabilmek isterdim tabii.
Şöyle bir şey de var, Shakespeare’in eserlerindeki olay örgüleri ikinci eldir. Hepsini çalmıştır. İngiliz oyun yazarı Tom Stoppard bir keresinde şöyle demişti: “Yazarken en çok zorlandığım şey olay örgüsünü yaratmak.” Bu yüzden o da pek çok iyi yazar gibi başkalarının oyunlarını uyarlamıştır. Fakat zaten yazdıklarında esas çekici olan karakterler ve onların etkileşimidir.
III. Richard’ın sinema uyarlamasında yer aldınız. Senaryo üzerine de çalıştınız üstelik.. Bu işin kariyeriniz ve Shakespeare anlayışınız açısından önemi nedir?
Bu filme kadar esas ilgi alanım sinema değil, tiyatroydu; çocukluğumdan beri böyleydi bu. Annem, babam ve ablamla sinemaya değil, tiyatroya giderdik. Oyunculuğa başladığımda da kendimi bir sinema oyuncusu değil, tiyatro oyuncusu olarak görüyordum; ta ki III. Richard’ı yapana kadar. Film, National Theater için yaptığım bir oyuna dayanıyordu. Büyük bir turnesi de olmuştu, Türkiye’ye gelememiştik ama Avrupa, Amerika ve Avustralya çapında bir turneydi. Oyunun modern zamanda geçen bu uyarlamasının çok geniş bir kitleye hitap edeceğini düşünmüştüm ki sinema versiyonu da buna çok yardımcı oldu. Oyunun metnini büktüm ve bozdum film için. Yüzlerce kez oynamış olduğum için oyunu ve karakterleri çok iyi biliyordum, bu yüzden sinemaya uyarlamak, kamera kullanımının neler getirip götürebileceğini hayal etmek nispeten kolay oldu. Sonra dedim ki peki ben kamera karşısında nasıl oynayacağım? Sahnelere alışıktım çünkü. Neticede bu çalışma sinemaya olan ilgimi ve harcadığım mesaiyi büyük ölçüde artırdı. Ve gördük ki III. Richard sinemaya da gayet uygundu. Filmin yönetmeni Richard Loncrane Shakespeare hakkında pek bir şey bilmiyordu, benim de bir filmin nasıl yapılacağına dair pek az bilgim vardı, bu nedenle gayet güzel bir ekip olduk. Film vizyona girdiğinde, eleştirmenler ve daha birçokları benim halihazırda bir sinema oyuncusu olduğumu düşündüler. Galiba bu doğruydu, çünkü öyle olmasaydı Bryan Singer'ın dikkatini çekemez ve Apt Pupil filminde oynayamazdım. X-Men’de Magnito'yu, Yüzüklerin Efendisi’nde Gandalf'ı da oynayamazdım. III. Richard olmasa bunların hiçbiri mümkün olmayabilirdi. Yani o yapım hayatım ve karakterim için bir dönüm noktasıydı.
Peki, III. Richard’ın sinemadaki favori rolünüz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayır, söyleyemeyiz. En sevdiğim rolüm, Gods and Monsters’daki James Whale rolüdür; bunun kişisel sebepleri de var tabii. J. Whales bir tiyatro yönetmeniydi, sonra sinema yönetmeni oldu ve 1930’larda Holywood’da en çok para kazanan yönetmendi. Frankenstein ve Invisible Man gibi büyük ilgi gören işlere imza attı ve gay olduğunu da gizlemiyordu ki bu çok sıradışı bir şeydi. Gods and Monsters onun hayatının son haftalarını anlatıyor. Ben de onun gibi gay bir İngilizim ve Hollywood'a işler yapıyorum, hayatlarımız birbirine hiç benzemese de bir yakınlık hissediyorum, çünkü onun hayatını düşünüp kendimi onun yerine koyduğumda, ben de olsam aynı şeyleri yapardım diye düşünüyorum.
Ve film çok büyük bir başarı elde etti. Senaryo dalında Oscar ödülü kazandı. Ben de iyi oynamıştım. Neticede bir aşk hikayesiydi ve ağırlığın gay bir karakterde olduğu ilk filmlerdendi sanırım. Üstelik ağırlık verilen, vurgulanan da cinselliği değildi. Zaten başlı başına ilgi çekici bir karakterdi ve gay olması hikâyenin sadece bir parçasıydı. İlk defa gay biri ciddiye alınıyor ve kendi içinde değerlendiriliyordu. Her ne kadar filmin sonunda ölse de, ki eskiden filmlerde gayler hep hak ettiklerini bulur ve ölürdü, bu film gayleri ayıplayıp yargılamıyordu. Film başarılı oldu, ben Oscar'a aday gösterildim, film tüm dünyada çok sevildi. Böylece hayatımın iki yönü, beni çok tatmin edecek şekilde bir araya gelmiş oldu.
Son soru. Belki biraz kavramsal kalabilir. Hem Stonewall’un kurucularından biri hem de bir oyuncu olarak, sahneler ile sokak ve kurgu ile gerçek arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Toplumda dönüşüm nasıl mümkündür? Sanat yardımcı olabilir mi?
Benim eşcinsel hakları hareketine katkım, buna tanıklık etmek oldu. Ben neysem oyum, böyle hissediyorum ve gayim; siz bununla ne istiyorsanız onu yapın diyorum. Ve dünyadaki herkesin de artık bana verilmiş olan kendim olma özgürlüğüne sahip olmasını isterim. Ben gençken yaşadığım ülkede gay olmak yasalara aykırıydı; Türkiye'de böyle değil bildiğim kadarıyla. Ve bu çok korkunç, ağır, gereksizdi ve zalimceydi. Ve toplum tarafından böyle mantıkdışı bir şekilde reddedilmek o kadar ağırdır ki insan kendi öldürebilir bile. Bense çok öfkelendim ve bunu kabul etmediğimi söyledim. Ve ülkemdeki gay hakları hareketinin kanun nazarında ilerleme kaydetmesi için yardımlarda bulundum.
Peki bir sanatçı, yönetmen, yazar veya romancı olmanın tüm bunlarla ilişkisi nedir?
Ben saf politik olan veya kışkırtıcı propaganda içeren sanatı pek de sevmem. Tabii kimi zaman etkili, hatta belki gerekli de olabilir. Ama kültürel açıdan bakarsak, film endüstrisinin gay yaşam deneyimlerinin anlatılmasını engellememesi, uygun ve arzu edilir olmanın da ötesinde zorunludur. Bu deneyimleri yok sayıp olmadıklarını iddia etmek adil değil çünkü. Gay yazarlar, yaşadıklarını ve kendilerini göz önünde bulundurup bunu dünyaya anlatıyor ki bu çok önemli bir tanıklık. Bir romanın esas hedefi politik durumu değiştirmek olmayabilir ama bunu yapması da gayet mümkündür. Ben kırk dokuz yaşında gay olduğumu açıkladığımda bazı insanlar benim bir queer sanatçı olacağımı düşündüler. Öyle olsaydı o güne kadarki kariyerim sona erecekti ve sadece gaylikle ilgili işlerde yer alacaktım. Fakat buna itiraz ettim, çünkü heteroseksüellik deneyimi de göz ardı edilemeyecek kadar ilginç. Artık Hamlet, Macbeth veya Kral Lear gibi oyunlarda oynayamayacak mıydım? Bu mümkün değil. Ama mesela Coriolanus veya Venedik Taciri'nde oynamamı uygun görürlerdi belki, çünkü iki oyunda da gay karakterler var. Coriolanus ve Tulus Aufidius arasındaki ilişkide gay aşk vardır mesela; her iki rolü de oynadım. Venedik Taciri’ndeki Antonio var bir de; o rolü oynamadım ama, “Neden bu kadar kederliyim” diye başlar o da. Üzüntüsünün sebebi, erkek arkadaşı Bassanio’nun bir kadınla evlenmek istediğini söylemesi ve Antonio’dan da düğünün parasını istemesidir. Of, gerçek bir trajedi. Hiç de komik sayılmaz, değil mi? Şimdi bu oyuna baktığınızda, Shakespeare’in dünyayı ve insanların gaylere karşı davranışları değiştirmeyi amaçladığını düşünüyor musunuz? Hayır. O sadece dünyayı olduğu gibi gösterir. Ve bana göre, dünyanın nasıl olduğunu göstermek, dünyayı değiştirmenin en iyi yoludur. Filmlerde, romanlarda, oyunlarda izleyiciler bir yolculuğa çıkar ve başka türlü temas edemeyecekleri insanlarla tanışır, başka türlü mümkün olmayacak deneyimler edinirler. Sınırları aşarlar. Umarım sorunuza karşılık verebiliyorum…
Tabii ki.
Yani Shakespeare aynı hava gibidir. Sıra dağ gibidir o. Vardır ve oradadır; onunla ne isterseniz yaparsınız. Tepesine tırmanabilir, kafanızı kaldırıp onu seyredebilir veya tepesinde süzülebilirsiniz. Shakespeare’i sinemada, tiyatroda ve radyoda temsil edebilirsiniz. Her uyarlama farklı olacaktır. Bu imkânı sağlayan, malzemenin doğallığıdır; şimdi ve burada oluşudur.
Çok saçma bir yapım da ortaya çıkabilir tabii; böyle bir şey izledim yakın zamanda. Londra'da izlediğim bir III. Richard uyarlamasıydı. Bence tamamen yanlış anlamışlardı; aptalca ve çiğ buldum bu yapımı. Shakespeare'le hiç alakası yoktu bence. Fakat onlara kızmam da mümkün değil, çünkü onlar da öyle görüyordu. Metin orada duruyor. Bir sonraki gelip farklı bir şey yaratacak. Herkes Shakespeare’i kendince sahiplenir. Coriolanus'u sahneye koyduğunuzda bu bir faşizm övgüsü müdür? Bir komünizm övgüsü müdür? Yoksa bir faşizm veya komünizm yergisi midir? Nedir? İkisi de değil. Ne varsa onu gösteriyordur. Ne varsa onu... Ve hayatımızda dünyayı karanlığa gömen, sınırlayan, siyah beyaz gibi gösteren o kadar çok şey var ki; bu belki dinden, kötü eğitiminden, kötü siyasetten, kötü habercilikten veya aptalca muhabbetlerden kaynaklanıyordur. İşte bu siyah bu da beyaz derler ama değildir! Öyle olsa bile güneş her şeyi değiştirir; siyahlar gri, griler beyaz, beyazlar altın rengi, altınlar gümüşi olabilir. Ve bana göre Shakespeare'in anladığı şey de buydu. Tabii ki.. bana göre.
Çeviri: Cansen Mavituna